İş

The Serpent: ‘Hippi katili’ Charles Sobhraj ve psikanalitik kurama göre suç

1970’lerde işlediği seri cinayetlerle tanınan Charles Sobhraj’ın ve suç mağdurlarının gerçek hayatlarını konu edinen ‘The Serpent’ dizisini inceleyeceğim. Bu yazıda dizide gösterilen olaylarla, Charles Sobhraj’ın ve kurbanlarının hayatları hakkında farklı kaynaklardan edindiğim gerçek bilgileri birleştirerek karakteri kişilik bozuklukları temelinde inceleyip; psikanalizin kavramlarından da faydalanarak psiko-sosyal bir çerçevede tartışmaya çalışacağım.

‘The Serpent’, dizisi 8 bölümlük bir mini dizi olarak 2021 yılında yayınlandı. Gerçek hayattan uyarlanan dizi, seri katil Charles Sobhraj’ın hayatını anlatıyor. Charles Sobhraj’ın dizideki adı Alain. Yazının diziyle ilgili kısımlarında kendisinden Alain olarak bahsedeceğim. Alain’in uzun yıllara ve farklı ülkelere yayılan cinayet, soygun, pasaport çalma gibi suçları üzerine olan dizi, daha çok 1975-1976 yıllarında Tayland Bangkok’taki evinde yaşanan olaylara değiniyor.

Alain, değerli taş simsarıdır. Bangkok’ta Kanit Apartmanı adı verilen, çok sayıda odası bulunan, havuzlu bir apartmanda yaşıyor ve dünyayı keşfetmek için yollara çıkan hippileri bu oldukça lüks ve gösterişli apartmanda ağırlıyor. Hippi kültürünün bir parçası olan paylaşımcılığın ve sevginin adeta görünür kılındığı bir ortam yaratılıyor böylece. Alain; kente giriş yapan gençlerle havaalanında, barlarda, tapınaklarda ya da kaldıkları hostellerde onları gözlemleyerek tanışıyor.

Alain’in suç ortağı kız arkadaşı Monique; Kanadalı, inançlı bir aileden gelen ve kendisi de halen Hıristiyan inançlarına sadık olan bir kadın. Alain’in diğer suç ortağı ise Hint asıllı Ajay. Alain, Monique ve Ajay, hippi gençlere dostça yaklaşıp yaşadıkları Kanit Apartmanı’na davet ediyor, onları karşılıksız ağırlamak istediklerini söylüyor ve bir sonraki yolculuklarına kadar birlikte yaşamaya ikna ediyorlar. Evlere davet edilen gençler başlangıçta kendilerine sunulan bu ortamda çok rahat eder ve Alain ile kız arkadaşı Monique’in bu kadar iyi insanlar olmaları karşısında şaşkınlığa uğrarlar. Birkaç gün sonra bir şeyler yolunda gitmemeye başlar; Alain ve Monique misafir ettikleri gençleri hasta etmek için içkilerine özel ilaçlar karıştırır. Gençler aniden kusmaya, ateşlenmeye ve yataktan çıkamayacak kadar hasta olmaya başlar. Monique, özel beyaz sıvıları gençleri sözde iyileştirmek için hazırlamaya devam eder. Günlerce kendilerine gelemeyen genç hippilerin pasaportları, değerleri eşyaları, seyahat çekleri ve nakit paraları çalınır. Bu yolla Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden çok sayıda farklı pasaporta sahip olan Alain, pasaportlara kendi fotoğraflarını yapıştırarak gittiği seyahatlerde kimlik değiştirir; böylece hem ülkelere rahatça giriş-çıkış yapar hem de olaylar arasında bir bağlantı kurularak yakalanmasını engellemiş olur.

Hasta ettiği gençleri elindeki değerli taşları almaya ikna etmeye çalışır, ikna olmayan gençler sadece hasta edilip soyulmakla kalmaz; içlerinden bazıları yakılarak, boğularak ya da ağır fiziksel darbeler alarak öldürülür.

Alain ve Monique, 1976 yılında tutuklanır. Ajay ise öncesinde sözde bir ihanet sebebiyle çoktan Alain tarafından gözden çıkarılmıştır ve yol ayrımında kendisini hikayede tekrar göremeyiz. Alain, 1986 yılında hapishaneden kaçar ve yakalanınca tekrar tutuklanır. 1997 yılında tahliye edilir ve Fransa’ya geri döner. Suç işlediği ve sınırlarına girdiğinde tutuklanacağı çok belli olan Nepal’e 2003 yılında geri döner ve orada olduğunu bildirmek için bir gazeteciye poz verir. Daha sonra Nepal’de tutuklanır ve dizide cezasını çekmeye devam eder. Dizinin yayınlanışından sonra Alain (gerçek hayattaki ismiyle Charles Sobhraj), 2022 yılında sağlık sorunları gerekçe gösterilerek Fransa’ya sınır dışı edilmesi koşuluyla tahliye edilir. Sobhraj’in yaşamına halen Fransa’da devam ettiği biliniyor.

‘BEN İSA’DAN DAHA ZEKİYİM’

“Sözde vicdan azabı çekmeyi bekliyordum ama çekmedim, özgür hissetmiştim. Yargıdan kurtulmuştum, kendiminkinden, tanrınınkinden…”

Alain, Ajay’ı ilk cinayetini işlemesi için ikna ederken dilinden bu sözler dökülür. İlk cinayetinden sonra hiçbir suçluluk, vicdan azabı ve utanç duymadığını bu ifadelerinden anlarız. Öte yandan Ajay’ı cinayeti işlemesi için manipüle ettiğini de düşünebiliriz. Giyim tarzı, yaşadığı apartman, Avrupalı turistlerle iftihar ederek tanıştırabileceği ‘beyaz’ nişanlısı Monique, sözde mesleği taş simsarlığı ve zenginliği ile tanıştığı kişiler üzerinde bıraktığı ilk intiba oldukça çekicidir. Nitekim tutuklandıktan sonra hakkında verilen ifadelerden birisi herkesin yerinde olmak isteyebileceği türden cömert ve çekici bir adam oluşudur. Tüm olaylar içindeyken hatta en yakınlarından bile şüphe ederken -birebir ilişkilerindeki saldırgan tutumları hariç- topluluk içerisinde asabiyet göstermez, soğukkanlılığını her koşulda korur; birebir sahnelerdeki saldırganlıkları ise dürtüsellikten ve asabiyetten uzaktır; daha çok karşı tarafı kontrol altında tutmak için göz korkutmak amaçlıdır. Beden dilinde ya da yüz ifadesinde yükselişe geçen bir duyguyu ya da ihtiyacı görmek pek mümkün değildir; izlerken sevgi, sevinç, korku, kaygı, gerilim gibi duyguları hissettiren sahnelerde Alain hepsine eşit mesafe almıştır. Clackley (1941), ‘Mask of Sanity isimli kitabında yüzeysel çekicilik ve yüksek zeka, yanılsama ve mantıksız düşüncelerin var olmaması, sinirlilik halinin veya psikonevrotik belirtilerin olmaması, pişmanlık ve utancın olmaması, yeterli bir gerekçesi (motivasyonu) olmayan antisosyal davranış, patolojik bencillik ve sevme kapasitesinin olmayışı, temel duygusal tepkilerde genel yoksunluk (s.338) gibi Alain karakterinde de çabasızca görebileceğimiz bir dizi psikopati özelliğine işaret eder.

Dizide aynı zamanda Alain’in narsistik ve anti-sosyal kişiliğinin nasıl bir arada olduğuna dair en çarpıcı sahneler Paris’te annesinin evinde geçer. Annesi, Alain’e bir uyarıda bulunur ve artık dikkatli olması gerektiğini yoksa yakalanacağını söyler ve ekler, “İsa da 33 yaşında öldürülmüştü.” Alain ise ona şöyle bir yanıt verir: “Ben İsa’dan daha zekiyim.” Alain’in sonsuz güç sahibi olduğuna dair inancı, bu sahnede gözlerinden ve kelimelerinden dökülür. Bir başka sahnede ise Alain’in annesi Monique’e uyarıda bulunur; Alain’in aşık olmayı ve birini sevmeyi hiçbir zaman bilemediğini ancak taklit yoluyla öğrendiğini söylemiştir. Bu sahnede Alain’in gerçek babasına benzerliğine de atıfta bulunmuştur. İnsan duygularını taklit ederek öğrenmek ve ötekinin ihtiyaçlarını da bu yolla keşfederek manipüle etmek anti-sosyal kişiliğin bir özelliğidir.

Monique ile tanıştıklarında kendisini Vietnam Savaşı’nda görev almış bir fotoğrafçı olarak tanıtmış ve karın bölgesindeki izin bir yaralanma sonucu olduğunu söylemiştir. Kendisini toplumsal, büyük işlere adamış gibi göstererek hayranlık uyandırmıştır. (Ne var ki dizinin ilerleyen kısımlarında bu izin daha önce hapishaneden kaçmak için yalan bir apandisit ameliyatı sonucunda olduğunu öğreniriz). Bu tanışmada Monique’in bacağında gizlemeye çalıştığı yara izini fark edip “Seni göründüğün gibi değil, olduğun gibi gören biriyle birlikte olmalısın” der. Genç kadının kendisinde gördüğü eksiği keşfeder ve kendisini bunu kapatacak bir nesne olarak sunar; mutlak hakimiyetin tohumları atılmıştır.

PSİKANALİTİK KURAMA GÖRE SUÇ

Alain yani -gerçek ismiyle Charles Sobhraj- Vietnamlı bir anne ve Hintli bir babadan evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya gelmiştir. Charles dört yaşındayken babası evi terk etmiştir ve onu bir daha hiç görmemiştir. Annesi; sevgilisinin evi terk etmesinde çocuğu, yani küçük Charles’ı suçlamıştır. Bir suçlu olarak dünyaya gelmiştir ve ilk nesnenin ona yüklediği bu suçluluğun belki de gerçek dünyada bir karşılık bulması gerekir. Bunun yanı sıra hukuki statüsü de vatansızdır; yani ne içerisinde kendisini güvende ve sevilebilir hissettiği bir aile evi ne de üzerinde haklarının olduğunu bildirecek bir toprağa aidiyeti vardır. İlerleyen yıllarda annesinin yeni sevgilisi olan, Çinhindi’de görevli Fransız bir teğmen tarafından evlat edinilmiş ve dokuz yaşında Fransa’ya taşınmıştır. Fransa’ya gitmeden önce savaş sırasında sayısız şiddet eylemine tanık olmuştur. Çinhindi ile Fransa arasında mekik dokumuş ve kendisini iki ülkeye de ait hissetmemiştir. Paris’te okula başladığı yıllarda diğer çocuklardan farklı olduğu için kendisiyle alay edilmiş, ayrımcılığa maruz kalmıştır. Güven duygusu sosyal ortamlarda da sağlıklı bir şekilde inşa edilememiştir. Annesi ve kendisini evlat edinen sevgilisinin ortak çocuklarının da dünyaya gelmesi ile kendisini ikinci planda, daha az sevilen konumda bulmuş ve disiplin sorunları baş göstermiştir. Küçük yaşlarda suç işlemeye başlamış ve ilk kez 19 yaşında cezaevine girmiştir.

Çocuklarda ve yetişkinlerde suç davranışının ortaya çıkmasının nedenlerini inceleyen psikolojik ve sosyolojik pek çok teori vardır. Bu kuramların çoğu erken çocukluk ve gençlik deneyimlerine ve ilk nesne ilişkileri ile sosyal çevrenin büyümedeki rolüne odaklanır. Psikoseksüel gelişim kuramına göre ilk ve erken çocukluk dönemlerinde çocuğun içsel nesne tasarımlarının oluşmasında ailenin/bakım verenin rolü büyük önem taşımaktadır. Psikanalist David Abrahamsen’in görüşü, id’i kontrol altına alamayıp suç davranışı geliştiren kişilerin ailelerinde yeterince ilgi ve şefkat göremediği ve çocukluklarında mutsuz deneyimler yaşamış kişiler olduğudur. Erikson da bir kimlik arayışına vurgu yapar; çocukluk döneminde çevresi tarafından reddedilmesinin çocuğun kendisini yetersiz ve değersiz hissetmesine yol açtığını, ilerleyen yıllarda çocuğun sosyal uyumunun güçleşeceğini ve negatif bir kimlik geliştireceğini, hiçbir kimliğe ait olamamaktansa suça yönelerek kendini kanıtlama imkanı bulacağını savunur. Artık özgür bir bireyken cezalandırılacağını çok iyi bildiği halde Fransa’dan Nepal’e giderek gazeteye poz verip tutuklanmasını sağlaması gerçekten de Charles Sobhraj’ın kendi kimliğini ve her koşulda var olduğunu kanıtlamaya çalışmasının dizideki en görünür örneğidir. Adeta unutulmak istememiştir ve işlediği suçlar üzerinden inşa ettiği kimliğini tekrar görünür kılar.

Psikanalitik kurama göre suç davranışı, benlik ile üstbenlik gelişimindeki yetersizlikler nedeniyle suç dürtülerinin denetim altına alınamamasından doğar. Köşkdere’ye (2023) göre ise üstbenlik ideali, ebeveynlerin ve hayranlık duyulan kişilerin içselleştirilmesi ile oluşur; kişinin sahip olmak istediği değerleri ve özlemlerini kapsadığı düşünülebilir ve ebeveynin ideal bir nesne olarak çocuğun içsel tasarımında yer tutması beklenir. Benlik ideali gelişmiş kişi, yaşamının ilerleyen yıllarında diğer otorite figürleri -okul, öğretmenler, yasalar- karşısında ben’in isteklerine vicdani bir sansür uygular.

Freud (1940), ‘Haz İlkesinin Ötesinde’de üstbenliği Oidipus karmaşasının bir mirasçısı olarak tanımlar. Freud’a göre erkek çocuk, anneye karşı cinsel isteklerinin güçlendiği dönemde babanın bu istekler karşısında bir engel olduğunu anlamasıyla Oidipus kompleksi ortaya çıkar ve bu dönemde çocuk annesine yönelik bir nesne yatırımı geliştirirken babasıyla da hem onunla özdeşleşme hem de onu ortadan kaldırma dileğine dönüşerek çift-değer kazanır. Charles’ın yaşam öyküsüne baktığımızda Oidipus karmaşasının çözülme yaşında babası evi terk etmiştir. Bu terk ediş belki de sağlıklı bir rekabeti mümkün kılmamıştır. Dizide babasına dair fazlaca bilgi verilmese de annesi, Charles’ın antisosyal kişiliğine dair önemli ipuçlarını babasına benzerliği üzerinden anlatmaktadır. Oidipus karmaşasından daha beklenir bir yolla, babayla özdeşleşerek çıktığı düşünülebilir. İlk nesneye, Klein’a (1947) göre anne memesine yönelen hasetle birlikte; sansür uygulayan ve rekabet edilecek babanın da ortadan kalkmasıyla tüm güçlü tahribat duyguları engellenemez duruma gelmiştir.

“Bu beyaz çocuklar onlara sunulan hayatın zenginliğini ve rahatını bırakıp neden böyle bir yere geliyorlar sanıyorsun? Aynı tanrılara tapıyorlar. Aynı paçavraları giyiyorlar. Sonra eve dönünce yaşadıkları tüm deneyimleri sahte mücevher gibi takıyorlar. Onlar sadece elde etmek için geziyor. Emperyalizmin başka bir şekli. Ve seni sömürgeleştirdi.”

1970’li yıllarda -artık 30’lu yaşlarına geldiğinde- dizinin asıl konusu olan suçların kurbanları dünyayı gezme özgürlüğü sunan pasaport sahibi Avrupalı/Amerikalılar’a karşı işlemiştir. Bu beyaz çocuklar aslında kendisinin sahip olmadığı ve hiçbir zaman sahip olamayacağı pek çok avantajla dünyaya gelmiştir. Charles okul çağına geldiğinde, Paris’te, aralarına karışmıştır ancak ne büyüdüğü coğrafya ne de aile yaşantısı heterojenliğe izin vermez. Klein’a (1957) göre ilk nesnelerini sağlamca yerleştiremeyen ve ona karşı şükran duygularını sürdüremeyen kişilerde karakter bozulmaları ortaya çıkar; içsel ve dışsal nedenler sonucunda zulmedilme kaygıları arttığında, ilksel iyi nesnelerini tamamıyla yitirir; daha doğrusu onun yerine koymuş oldukları şeyleri -insanları veya değerleri- yitirirler (s. 33). Nesne ilişkileri kuramı ilk çocukluk deneyimlerini ve bakım veren ile olan ilişkileri düşündürürken; suç davranışlarında tepki teorisini ortaya koyan Albert Cohen’e göre ise kişiler bazı orta sınıf standartlarına tepki olarak suç işler. Başkalarını rahatsız etme amacı güden suçlar bir ret olarak görünür ancak suçlu kişi bu reddettiklerini içten içe arzulamaktadır. Cohen de konuya sosyolojik bir açıklama getirirken aslında yine kişinin içinde taşıdığı haset duygusuna vurgu yapar. Kernberg (1992) ise toplum karşıtı suçlar işleyen kişilerde narsistik kişilik bozukluğu olduğu ön koşulunu ortaya koyar ve patolojik nesne ilişkileri üzerinden şöyle bir açıklama getirir; hem bilinçli hem bilinçdışı aşırı hasedin, hasede karşı savunma olarak diğer insanların değersizleştirilmesi; açgözlülük, diğer insanların maddi varlıklarını ve fikirlerini kendine mal etme ve kendinde her şeye hak görür bir tutumla kendini gösteren sömürücülük (s.103) olarak nitelendirir.

HEM SUÇ ORTAĞI HEM KURBAN

‘Sen bir hiçsin, bir zamanlar güzelleştirdiğim Quebec’li bir hiç’

Kernberg’e (1992) göre klinik olarak habis narsisizm sendromu ile psikopatik bazı aktarımları olan bazı hastalar, sürekli olarak önem taşıyan diğer nesneleri sömürmek, yıkıma uğratmak, simgesel olarak hadım etmek ya da insanlıktan çıkarmaya uğraşabilirler (s.47). İlk tanıştıklarında Monique de aslında Alain’in haset duyduğu, kendisinin erişemeyeceğini bildiği sınıfa aittir; ancak genç kadının kendi yaşantısından memnuniyet duymadığını kolayca sezer ve oradaki boşluğu doldurur. Bu nedenle Monique aslında Alain için suç ortağı olduğu kadar kurbandır da… Daha önce değindiğim eksikliğinin kabul edilme ve sevilme ihtiyacı kendisine Alain tarafından hem hissettirilmiş (bir nevi talep oluşturulmuş) hem de karşılanmıştır ancak bu uzun sürmemiştir. Gerçek yakınlık ve bağlanma ikili arasında hiçbir zaman kurulamasa da istediklerini elde ettikleri bir gün bunun gerçekleşeceğine dair bir vaat hep oradadır. Monique, Alain’den beklediği yakınlığı göremediğinde doğduğu topraklara ve aile evine dönmek istemez, bunu başlarda bir yenilgi olarak görür ancak gösterilen hikayenin sonlarına doğru geri dönmek istese de iş işten geçmiştir. Öte yandan yeterli zenginliğe ulaştıktan sonra yaşadıkları suçlu hayatı değiştireceklerine ve bir gün Alain ile evlenip bir çocuklarının dünyaya geleceği hayaline tutunur. Oysa Alain için ‘yeterli’ diye bir kavram yoktur.

Monique dizide kendisinin iki karakter taşıdığına inanır; biri bu suçları işlerken haz alan, para ve güce olan tutkusu için her şeyi yapabilecek olandır diğeri ise Monique’in işlediği suçlara tanıklık ederken utanç ve suçluluk içinde yaşayan, dini rahibine günah çıkarmaya giden kadındır. Gerçek bir dissosiyatif bozukluktan burada bahsedemeyiz ancak kişi kendisini iki karaktere bölmüş gibi yaşayarak durumla baş edebilmektedir. Bir tapınak ziyaretinde görünen tanrıça ile ilgili turist kadınla ettiği sohbette tanrıçanın ilk reglinden sonra lanetli kabul edilip hayatının geri kalanını yalnız geçirecek olmasını öğrendiğinde çok etkilendiğine tanık oluruz. Turist kadının “Bir zamanlar tanrıçaydım diyen kimi tanıyorsun ki?” sözlerinde Monique’in tanrıçayla özdeşleştiğini görürüz. Aynı kaderi paylaşacağını ve hayatının bir gün altüst olacağını bilmektedir. Alain tutuklanacakları gün kendisine şöyle der; “Sen bir hiçsin, bir zamanlar güzelleştirdiğim Quebecli bir hiç”. Monique için artık görenin gözünden tanrıçalıktan hiçliğe bir geçiş yaşanmıştır; tutuklanır ve lanetlenen tanrıça gibi uzun yıllarını yalnız başına bir cezaevinde geçirir.

Monique dizinin başında Alain’in rehberlik ettiği tura katılmış beyaz, zengin ve dikkat çekecek özelliklere sahip bir kadındır. Alain’in tam da dış çevreye göstermek istediği bu özellikleri sebebiyle yaşamına dahil edilmiştir. Başlangıçta idealize ettiği kadının yerini hiçleştirilmiş, duyguları ve hatta varlığı bile önemsenmeyecek biri alır. Başlangıçta haset duyulan nesne artık yıkıma uğratılmıştır Bozma, kirletme ve değersizleştirme Klein’a göre (1957) hasetin içkin öğeleridir; değersizleştirilen nesne, haset duyulacak nesne olmaktan çıkar ve idealleştirilmesi de imkansızlaşır (s 65).

BEYAZ ÇOCUKLARIN AİDİYET(SİZLİK) ARAYIŞI

Dönemin hippi akımının Vietnam-Amerika Savaşı’nın yaşandığı yıllarda -ki Alain de Vietnam topraklarında dünyaya gelmiş ve şiddet eylemlerine küçük yaşlardan itibaren tanık olmuştur- savaşa karşı sevgi ve şiddetsizliğin savunulması ile ortaya çıkmıştır. Antimilitarist bir yaşam tarzını benimseyen gençler için yaşam; sevgi, müzik, çeşitli saykodelik uyuşturucular, özgürce ifade bulan bir cinsel yaşam ile içi doldurulması gereken bir yolculuktur. Orta sınıfın para kazanma, hırs, rekabet, evlenip çocuk sahibi olarak ‘sıradan’ bir hayat sürme gibi seçeneklerini reddeder. Dizide de gördüğümüz gibi az para ve eşya ile yollara düşerek benzer değerlere sahip kişilerle buluşur; Hindistan, Nepal, Tayland gibi ülkelerde aynı seyahat noktalarının izini sürer.

Bu arayışın bir noktasında karşılaştıkları Alain, gençlere bolluk bereket dolu evini açar; evi her gün onlarca kişinin hiçbir beklenti olmadan ağırlandığı, güzel içkilerin ve yemeklerin sunulduğu bir ortamdır. Gençler tarafından başlangıçta bu kadarının da biraz fazla olduğu sezilir ancak yine de iyiliğe duymak istedikleri inanç baskın gelir. Nitekim iyileşmek adına içtikleri beyaz sıvılar kusturur; fazla olan kendini en yıkıcı biçimde hastalandırarak gösterir.

Dizideki ilk cinayette boğulması için Alain ve Ajay tarafından sulara terk edilen genç kadın Teresa isminde bir Amerikalı’dır. Aslında bir Budist tapınağında rahibe olmak için yola çıkmıştır. Rahibeliğin şartları ise alkol, sigara, aşk, cinsellik gibi haz verici pek çok şeyden vazgeçerek bir inziva hayatı yaşamaktır. Bu seçimini dünyadan el ayak çekmek değil, dünyayı yöneten kişilerden uzaklaşmak olarak tanımlar. Yakılarak öldürülen bir çiftin ise önceki durağı Hindistan’da ölülerin bir seremoni ile yakılarak küllerinin Ganj Nehri’ne bırakıldığı Varanasi’dir; çift etkilendikleri bu sahnelerle aynı şekilde ölüme terk edilir. Su, psikanalitik açıdan anne rahmini simgeler. Hem çift hem de Teresa içine doğdukları dünyanın gerçeklerini reddedip başka bir arayışla yollara düşmenin sonucunda yeniden hayat bulurlar.

VE BİR TESADÜF?

Charles Sobhraj, hippileri hedef alan ilk seri katil değildir.

En bilinen cinayeti yönetmen Roman Polanski’nin hamile eşi Sharon Tate olan ve bunun gibi çok sayıda cinayeti yine hippiler arasından seçtiği kişileri manipüle ederek teşvik eden Charles Manson da bir seri katil olarak bilinir.

Genel olarak mağdur tipolojilerine ilişkin güncel kaynaklara ulaşmak zor olsa da neden bu grupların hedef alındığı belki de araştırılması gereken başka bir konudur.


Kaynaklar:

1. Cleckly H. (1941). The Mask of Sanity (5th Edition). Private Printing for Non-Profit for Educational Use.
2. Freud S. (1940). Haz İlkesinin Ötesinde Ben ve İd (7. Basım). İstanbul: Metis Yayınları.
3. Kernberg O. (1992). Sapıklıklarda ve Kişilik Bozukluklarında Saldırganlık (4. Basım). İstanbul: Metis Yayınları.
4. Klein M. (2014). Haset ve Şükran (3. Basım). İstanbul: Metis Yayınları.
5. Köşkdere A. (2023). İnsanı Anlamak İçin Psikanaliz (1. Basım). İstanbul: Bağlam Yayıncılık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu